BİR ETİK SORGULAMA: SAVAŞ ve SAVUNMA SANAYİSİ
- 20 Kas 2024
- 25 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 28 Kas 2024
Etik, eski Yunanca’da örf, adap ve ahlak anlamına gelen “ethos” sözcüğünden türeyen; değer, alışkanlık, norm ve bakış hakkında bir bakış bütünlüğünü ifade eden bir kavramdır. İnsan,toplum davranışlarının tümünü irdeler ve bu yüzden bir "moral" yapısı vardır, çünkü davranışların örnek kod sözcüğüdür. Savaş sanayisinin kendini bu kod sözcük içinde nasıl yerleştirdiğine bakmadan önce "etik" sözücüğünün etimoloji ötesi ne anlama gelip gelmediği konusunda irdelemede bulunmak yerinde olacaktır. Etik her şeyden önce yapılan iş, eylem üstünde düşünen, yargılayan bir düşünce sanatıdır. Sokrat’ta etik "filozofik düşüncenin temel çekirdeği", Aristo’da ise "pratiğin bakış ve kurallar içinde gerçekleştirilmesi" olarak yorumlanır. Cicero’da kavram "philosophia moralis" olarak ifadesini bulur. Kant sonunda bu filozofik hamuru "kategorik imperatif" ile buluşturarak etik sözünü üst anlamına kavuşturur. 20. Yüzyılın önemli filozoflarından olan J. Habermas, "konsensteorik pozisyon" u davranış, duruş ya da üretme fillinin yerindeliğini kanıtlamada kullanılacak savların bir oydaşma (konsensüs) gerektirmesini önerir. Bu işin "deontoloji" (Yunanca deon : görev) kavramını eylemin "olmazsa olmaz koşulu" konumuna taşır.
Bu yapılanma içinde "etik" olgu iki sorunun cevabını aramaktadır :
1) En yüksek "iyi"(summum bonum) nasıl yaratılır?
2) Somut durumda bilinç ve lojik olması gereken doğru davranış nasıl gösterilir?
Bu durumda bir üretim bir davranışta herkese göre değişen bir "desizyonizm"e (karar verme hakkı) içinde bir karar hakkı yoktur. Çünkü filozof G.Leibnitz’in vurgusuyla "malum morale malum physicum" (yanlış bir etiğin fiziki tahribata yol açması) konumuna dönüşmektedir. Etikte genel kabul normatif olması ve somut kurallar içermesi şeklindedir. Bu nedenle etik davranış bizi nisbi doğruya götürürken, kendiliğince gerçekleştirilen etik dışı davranışlar "Etik Dışı" (unmoral), bilinçli etik dışı davranışlar "a-moral" olur. Kavramın salt bu kısıtlı açılım sınırlarının tanımı bile iktisadi etiğin kendisini bu moral değerlerle bütünleştirdiğini gösterir. "İktisadın babası" olarak bilenen Adam Smith için konu, tümüyle bir değerler skalası içinde ele alınmıştır. Onun ardılı olan David Ricardo (1772-1823) aynı patikadan yola devam etmiş ve politik iktisadın köşe taşlarından Karl Marx (1818-1883) 19. yüzyılda'da "kullanım değeri" ile "değişim değeri" farklılığı yaklaşımıyla "etik" sözünü politik iktisadın yeniden terminoloji alanına içine sokmuştur.
Almanya’dan gelen bilim adamlarınca 1936'da kurulan İÜ İktisat Fakültesi'nin 1960'lı yıllara dek eğitim müfredatı politik iktisat patikası üstünden örülmüştür. İktisat Tarihi dersi veren ve "sosyal piyasa ekonomisi" kurucularından olan Prof. A. Rüstow ve onu izleyerek Prof. Dr. Refii Şükrü Suvla "Umumi İktisat Dersleri"nde iktisadı "etik doğrular" üstünden okutmuştur. Piyasanın hükümdarı olan kapitalizm'in tekelci aşamaya yükselmesi "etik" sözünün anlamını yitirmesine yol açmıştır. İktisadı "saf bir bilim" olarak algılayan neo-klasik iktisat ile etik kodlar üstünden ilerleyen politik iktisat arasındaki bu dikotomi, 20. yüzyıl iktisadi analizinin temel açmazı olarak günümüze dek süregelmiştir. Kapitalizmin 2. Dünya Savaşı sonrası "refah iktisadı" şeklinde uygulaması olanağıyla insanlığın nisbi gelir iyileşmelerine yol açması, etik kavramı yerine iktisadı bir "kıt kaynaklar yönetimi üstünden kâr maksimizasyonu" hedeflemesi konumuna düşürmüş, bireye "tüketici" adı yakıştırılarak, bu piyasa modellemesi içinde insan "tatmin maksimizasyonu" arayan bir "gösteri maymunu" konumuna taşınmıştır.
Silah sanayisi, sınai kapitalizmin sınır tanımayan hızı içinde evrilmiş, yoğunlaşmış ve bu endüstrinin "monopol" (tekel) özellikli çok uluslu mülkiyet için "ne ve niçin üretiyoruz?" sorusu, tümüyle göz ardı edilerek "en ileri teknoloji ve ultra yüksek fiyatlar üstünden satmak" birinci öncelik konumuna yükselmiştir. Bu evrimin hızlandığı 60’lı yıllarda, dünya üstünde sayısı 50 civarında olan trans-nasyonel/ ulus-devlet sayısının bağımsızlık süreciyle süratle artması, savaş monopollerin ürünlerine olan talebi de sonsuz ölçüde arttırmış, teknik deyimle talebi in-elastik (fiyata duyarsız, her koşul altında bir talep konusu) konumuna taşımıştır. BM'nin 2022'de 193 olan üye ulus-devletinin sonsuz savaş gereç ve aletine bir talebinin varlığında, sayısı 15'i geçmeyen savaş makinesi üreticisinin tek sorunsalı "öldürücü aletlere" olan talebe, hızla uyumu ve siparişlere cevap vermekten ibarettir. Stockholm'daki Uluslararası Barış Enstitüsü'nün (SIPRI) verileri, dünya silah satışlarının kesintisiz ve yükselen bir eğim içinde olduğunu belgelemektedir (SIPRI, 2022).
Askeri teknolojinin yaratılması ve geliştirilmesi, tasarımcıların AR-GE yaratıcılığı olmaksızın olanaksızdır. Yarattıkları silahları birebir kullanmıyor olmalarına karşılık, yarattıkları "şeylerin" dünya üzerindeki olumsuz sonuçları, tasarımcıların bu süreçte "explicit" anlamda "nisbi sorumluluk" taşımalarına neden olmaktadır. "Mühendislik Etiği" konusunda, bir bilim adamının, tasarımcının ya da mühendisin yaptığı iş ile ahlaki ve etik olarak ne yapması gerektiği arasındaki çizgiyi tanımlamaya çalışmak, filozoflar, bilim adamları, yazarlar ve sektörün paydaşları tarafından farklı değerlendirme ölçütleriyle ele alınan, zor bir sorudur.
Söz konusu sorumluluk alanını tanımlamadan önce, insan için "istek" en başta sadece salt bir var olma isteğinin türevi olduğunu vurgulamak gerekiyor. Salt "istek" beraberinde düşünceyi getirecektir. Düşünce eylemiyle oluşan bilinç, özgürlüğün temel koşulu olmaktadır. Yaratılış, evren, arzu bir bütündür. Evreni tanrı içinde gören filozof B. Spinoza zengin anlam katmanlarıyla düşünme eksenli akıl dolu bir yaşamla hoşnut bir yaşama ulaşılabileceği yargısına ulaşırken, beden ve ruh bütünlüğünden oluşan içkin doğa anlayışı, aşkın tanrı anlayışına baskın çıkıyor. Yine Spinoza'da özne değil, kendinde var olan "töz" (substantia) varlık sorunu (ontoloji) esastır. "Tanrı" ve "Doğa" ayrık değil, özdeştir, çünkü Tanrı her şeydir, her şey Tanrı’dır. Tanrı kendinin kendinde nedeni ve bu nedenle "sonsuzluk" boyutundadır, insan ise "süre ve zaman" boyutunda vardır. Hem çıkış, hem de bir varış noktası olarak ancak "entelektüel bir tanrı sevgisi" (amor intelictualis Dei) olasıdır. (Spinoza, 1985) B.Spinoza'nın 1675' te tamamladığı, ancak ölümünden sonra 1678'de basılabilen Ethika'da tanımladığı gibi insan, istekleri, doğası ve tanrı düşüncesiyle ile birliktebir bütündür. (Spinoza, 2004) Varlığın temel göstergesi haline gelecek istekler, Prof. Sarfati'nin deyimlendirmesiyle "eylemin temel nedeni"dir. Günümüzde var olan sapma "insan doğaya hükmetmeyi ve doğanın üstüne çıkmayı düşündü, her şeyi bir ’progress’ kavramına bağladı, zihinsel gelişmeyi durdurdu ve bedenimiz fetişleştirildi, varlık, salt görünür olmaya çalışarak var olmaya başladı, şirketlerin görünmez (anonim) köleleri olan bir dünya (…)” yaratılmasından kaynaklanıyor (Medyascope, 2019).
Bu fetişleştirme sonrasında ise iki olasılık ortaya çıkmaktadır: Birincisinde, isteklerinin peşinden koşan bireylerin veya toplumların çıkarları, ister istemez çatışma haline yol açacaktır. Yönetme erkine sahip egemenlerin ihtiraslarıyla şiddet, süreklilik konumuna taşınacaktır. İkincisinde, istekleri tatmin edilen bireyin bu kez hedefsiz kalması sonucu, birey var olma nedenini kaybedecek, bunalıma girecek, bunun sonucu otoriterliğin boyunduruğu altına girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu da büyük bir olasılıkla bu otoritenin "saltanat kaygısı" içinde bir başka büyük toplumsal şiddetin yaşanmasına yol açacaktır. Birinci olasılığın doğal sonucu, şiddet, savaş ve kitlesel katliamlar sıradanlaşmakta ve kolaylaşmaktadır. Evrensel barış projeleri, kütüphanelerin sessiz raflarına terk edilmekte, Kant’ın 1795’te formüle ettiği "ebedi barış" tanımı sonsuzluğun bilinmezliğine savrulmaktadır. Bunun önüne geçecek tek olay Spinoza’nın kullandığı özgün deyimle, kendisini kavrayan, dünyasını bilen "özgür insan"ın sonuna dek özgürlüğünü toplumsallığını ve bireyselliğini korumasından geçmektedir (Medyascope, 2020).
Filozof Spinoza için "özgür insan varlığı" o denli önemlidir ki, kendisine 1673'de Heidelberg Üniversitesi'nin felsefe kürsüsünde görev almayı reddeder. Zira bu görev için getirilen tek ön-koşul "derslerinde din adamlarını rahatsız etmemesidir", oysa bu onun dersleri için "kategorik koşul"dur. Spinoza’nın Etika’sının 1. kitabındaki vurgusuyla "Tanrı ve Doğa tek bir eşsiz varlıktır". (Spinoza, 2004) "Etik" insan üstünde kurulu "irade"dir, bağımsız değildir. Yasalar ve değer yargılarıyla beslenen "soyut" bir etik yoktur. İnsan eylem ve etkinliklerinin nedenlerini bilemez, "özgürlük" bu nedenle bir fantezi ve yanılsamadır. Karar vermek bir özgürlük değildir. Önemli olan "gerçeği" tanımaktır (Russell, 2002). Etika’dan önce yazdığı ve 1670' te Kalvinistlerce "Dinini inkar eden Yahudi'nin cehennemde şeytanla birlikte yazdığı kitap" olarak nitelenen ve K. Marx’tan sonra siyasal yaşamda en çok eleştirilen tek siyasal incelemesinde, Spinoza yine insanla ve insandan başlayarak varlığı (conatus) her insanın yaşamda ayakta kalmak için çaba harcadığını ve bu çabaya "güç" denilmesi gerektiğini belirtir. (Spinoza, 2008) "Güçlü" olmak "erdemli" olmaktır. Bunun bir "bencillik" hali oluşturmaması için "insan doğasına en uygun rejim" olarak demokratik bir sistem gerekmektedir. Spinoza, tümevarımcı bu demokratik toplum modeline ulaşmadan önce onun kavramsallaştırdığı "özgür insan"a kavuşmak gerekir. "Özgür insan” kendisinin ve dünyanın kavrayışındaki zorunlulukları bilen ve bu kavrayışa sahip olandır. (Deleuze, 2005) 1925-1996 yılları arasında yaşamış olan ve Spinoza’nın en önemli ardılı olarak tanınan G. Deleuze, ardıl olmanın ona tanıdığı bakış zenginliği içinde Spinoza’nın temel eseri Etika için "Bir özgürleşme etiği" olarak anar (Deleuze, 2005). "İfade özgürlüğüne, din ve devlet tarafından, getirilen sınırlamalar kaldırılmadan demokrasiden söz edilemez. Bu nedenle ödünsüz bir düşünme özgürlüğü gerekmektedir" diyen Spinoza’da "en ussal devlet en özgür olanıdır, bu ise usun kılavuzluğu altında yaşamaktır, us bu yaşam güvencesini bir tek demokraside bulacaktır.” (S. Çelik ve S. Uslu, 2012) İ.Kant, Pratik Usun Eleştirisi’nde bu düşünceden bir sapmayla "sentetik bir yargı olamaz, kategorik ayrımla gerçeklik düşüncesine ulaşılamaz" yargısındadır. Ancak Kant "priori düşünme" kategorisiyle "Ebedi Bir Barış Mümkündür" düşüncesine varır. (Kant, 1795). Kant, "Ebedi Barış" için "3 Kesin" Hüküm benimser. 1. maddede "Her sivil anayasa cumhuriyetçi olacaktır" diye belirtir. Sonrasında bu cumhuriyetçi devletler bir federasyon çatısı altında toplanacak ve dünya devletinde vatandaş hakları "uluslararası dostluk" kuralının varlığı içinde geçerli olacaktır. (Kant, 1795). Oysa, Birinci ve İkinci Dünya savaşında insanlık tarihindeki büyük kırılmalar ile şiddetin zirvesinin yaşanması, yüz binlerin ölümüne neden olduğu gibi, Sovyet Devrimi, İspanyol İç Savaşı, ilk kez napalm kullanılan Kore Savaşı, daha sonra Vietnam Savaşı, bunu izleyen ABD'nin Irak müdahalesinde, Rusya-Ukrayna savaşında her türden ateşli ve kimyasal silah kullanımı sayısız kitlesel ölüme yol açmıştır. Günümüzde büyük kırılma ve yıkımlara karşın toplum adına hareket ettiğini varsayan organik yapılı ulus-devletler, idealistik bir "barış" tanımıyla yetinerek, şiddete şiddetle karşılık verecek bir "güç" olma fikrinin peşinden gitmektedirler. Tüm bu olgular silsilesi, akıllara İspanyol sanatçı Francisco Goya'nın resmettiği "Çomaklarla Düello" tablosunu gerektirmektedir. Bu tabloda kahramanlardan birinin eline mükemmel bir kılıç, diğerinde mükemmel sofistike bir savaş aleti olduğu halde, hırsla birbirlerini, dahası etraflarındaki her şeyi yok etme yönünde bilendiklerini gözlemlenmektedir. Bu bilgi sergilemesinden sonra konuyu Prof. M.Sarfati'nin yaklaşık çeyrek yüzyıldır bilimin tartışma gündemine açtığı asal teze getirmemiz mümkündür. Dr.Sarfati ‘nin tezi şudur: Piyasaların rekabeti aslında kavgadan başka bir şey değildir. Risk ve hız, uygarlık denilen nesneyi bir felaket toplumu konumuna götürmüştür. An'ın krallığında insanlık ve toplumlar ipotek altındadır. Spinoza'nın diliyle, artık yarın bize ait değildir (Sarfati,2018). Tüm varsayımı lâahlâkî olan neo-klasik iktisadın egemen tahlil ortamında "ahlak dışı" olan hali irdeleyen ender bir iktisatçı sıfatıyla Prof. Sarfati'nin savaş sanayisi sektörü ile ilgili iki temel sorusu vardır: "İktisadi ve etik buluşturmasını nasıl sağlayacağız? Ya da yarın nasıl var olacağız?" odağı içinde ilk soru gündeme gelmektedir. Sarfati’nin bu sorusu bir grup yazarla birlikte yayınladığı “Liberalizmi Yeniden Düşünmek” adlı çalışmada, “Sorgulanmayan Neo-Liberal Dünya Düzeninin Sorgulanması” başlığı altında incelemektedir. Savaş makineleriyle insanlık kendisini var etmekten yok etmeye dönüştürmektedir. Sorunun açılımında Prof.Dr.Sarfati Nazi subaylarının, sabahları işinde, gaz odalarının vanalarını açarak birçok kişinin ölümüne sebep olduğu, sonrasında ise akşam evine döndüğünde üniformasını asıp, Mozart çalan bir yaşamın sürdürmesi örneğini vermektedir. (Sarfati vd, 2016) Bu ise ölümcül eylemin olağanlaştırılması halidir. Sarfati'nin 2010-2017 döneminde yazdığı 7 Deneme’sinin değişmez kavramları, bu nedenle "nefretin şiddet üretmesi" ve "anın ebedileşmesi ve gerçekliğin kaybı" ve "uygarlık bunalımı" başlıklarını içermektedir. Bu soru kapsamında, "Savunma sanayisi ne, kim ve kim adına savaş aletlerini üretiyor?" soruları “etik” bağlamında irdelenmesi gerekmektedir. Söz konusu etik irdelemeler, "neyin" değil, "kimin için ve ne amaçlı?" olarak bu silahların üretildiği sorusuyla gündeme girmelidir. Savaş ürünlerine dönük talebin yaşam için zorunlu mallar kategorisine dönüştürüldüğü bir ortamda, F. Goya'nın resminden ilerleyerek, kılıçların bu ülkeler tarafından, her iki kahramana da satıldığını, daha iyisi, daha mükemmeli üretildikçe pazara sunulduğunu, Goya'nın bu savaşan kahramanlarının daha iyisine sahip olma isteği adına, fiyat sisteminin az ya da çok taleple birlikte iniş-çıkış gösterme özelliğini yitirdiğini, fiyatların "maksimizasyon" kavramıyla en üst noktaya sabitlendiği, talebin ise artık "inelastik" (fiyata duyarsız) konuma geldiği görülmektedirler. Savaş sanayisi "üstünlük için yenilik yaratma" özelliğini, bu süreç içinde eş zamanlı olarak çalıştırmaktadır. Birinci Dünya olarak anılan ve kendilerini "G-7 Ülkeleri" olarak tanımlayan gelişmiş ülkelerin silah ve savaş aygıtları sanayisi, bu ülkelerin ulusal hasılası içinde anlamlı bir oransal pay sahibidir.
İkinci odak sorusunun ana fikri sinema ve tiyatro dünyasında Çehov Kuralı olarak bilinen "Oyunun birinci perdesinde duvarda bir silah asılıysa, oyunun son perdesinde bu silah patlamalıdır." düşüncesiyle örtüşmektedir. (Simmons, 1962). Bu silah gerçekten patla(tıl)maktadır.Tümdengelimci bir yaklaşımla, bir silah eğer üretilmişse, bu insanın imhasına dönük olarak da kullanılacaktır. Bu tanımlama, 20. yy’ da yaşananlar sonrası bir "genel geçer kural" haline gelmiştir. G.Orwell’in “1984” adlı eserindeki izlek gerçeklikkazanmıştır. Makro anlamda ulus-devletlerin "güvenlik" kaygısı gelişip, silahlanma ve şiddet artarken, mikro anlamda bireyin "güvensizliği" ve buna koşut sinmişliği artmıştır. Günümüz ortamında "silahın patlaması" savaş sanayisinin varlık nedenidir. Endüstriyel tasarım düşüncesinin ürünü olan bir silahın en gelişkin şekliyle tasarlarlanması süreci ve bu sürecin üretimde sarmal olarak sürekliliği, son kertede, bu silahın sahada kullanımı ve "spin-off" etkisiyle tümüyle insanlığı yok etmeyi hedeflemesi kaçınılmaz hale gelmektedir. Silah üretildiğinde "ölüm" olgusu adeta onun özdeşi konumuna gelmekte ve bu olgu kaçınılmaz bir özellik kazanmaktadır. Öldürme eyleminin kesinliği karşısında savunma sanayii ürünlerinde var olan "iyi ve gelişkin" yargısı, insan olma eylemi adına düşünülemez. Sarfati’nin terminolojisiyle "Ben işimi yaptım mantığı içinde yapılanlar, a-moral(ahlak dışı)"dır.
"İş yapma" eylemi "an"ı anlatmakta, "bununla gelecek ve sorumluluk" bir kenara itilmekte, insan kendini "hiçlik" düzeyine indirgemektedir. Bu konu yaşamın bir "Oppenheimer Sorusu"dur . "Atom Bombasının Babası" olarak anılan Profesör Robert Oppenheimer atom bombasının kullanımından sonra "Ne yaptığımı bildim, ancak Auschwitz‘i unutmadan…" sözleriyle nitelerken, bu "Oppenheimer Sorusu"nun ağırlığı altında ezilmiştir. Bilimin atom bombası karşısındaki bu açmazını B. Brecht, Leben des Galilei Galileo adlı oyununda ve F.Dürrenmatt’in Die Physiker adlı oyununda sorgulamaktadır. Bu oyunlar bilimsel etik ve entellektüel sorumluluğun yerine getirilmesinin "insanın" görev alanı olduğunu, bu işte "görevli" olduğunu kabul etmektedir. Dr. Sarfati anlamlı bir bilimsel sezgiyle "gerekli" ve "zorunlu" olma hallerini iki ayrı kavram konumuna indirgemektedir. "Gerekli" olan "zorunlu" değildir. Bu ayrımlama sonucunda atom bombası "gerekli" kabul edilerek üretilmiş olsa bile, bir kazayı önleyerek "zorunlu hal" ortadan kaldırılabilir (Medyascope, 2020).
Silahlanma yarışında genel geçer hal olan "Onda var bende neden yok” anlayışı, ulus-devletleri "ben daha iyisini yapacağım" noktasına taşımakta, kimse ödün vermeyince doğal sonuç Dr. Sarfati'nin Özgür Üniversite'de 6 haftalık seminer konusu olarak ele aldığı "Spinoza ve Tutkuların Antropolojisi"nde altını çizerek vurguladığı gibi, bizi ölülere hükmeden, karanlığın ve yeraltının tanrısı olan Hades Ülkesi'ne götürmektedir. Hades, Yunan mitolojisinde ölüler ülkesinin tanrısıdır.Onu iktidar alanı olan ölüler ülkesini yeryüzüne indirerek "Bir Hades Ülkesi" olarak nitelemesi, Prof. Sarfati' nin özgün deyimidir (Sarfati, 2014a). İki filozof, T. Hobbes ve J.J. Rousseau, birey ve devlet gibi düzenleyici kurumlar ekseninde "Hades Ülkesi" ortamının bir "toplum sözleşmesi" ile önlenebileceği inancındadırlar. T.Hobbes, 1651'de yazdığı Leviathan eserinde bir dünya devleti için laik temel üstünde inşa edilen bir toplum sözleşmesi önermesi yapar (Hobbes, 2016). Leviathan, İncil’de geçen bir canavardır ve Hobbes’un eserinde Leviathan, her şeye egemen olan bir devletin simgesidir. Haklı veya haksız yoktur, her insanın her şeyi yapma hakkı vardır. Devlet, egemenlik hakkını bu toplum sözleşmesine dayanarak kullanır ve yerine göre sınırlar. Çünkü "haz" ahlakı bozar ve ortaya "bencil insan" çıkar. Buna göre "demokrasi", "aristokrasi" ve "monarşi" olarak sınıfladığı üç devlet biçimi içinden Hobbes’in tercihi demokrasidir. Ampirist yaklaşımdan hareketle dünyayı mekanik hareket yasalarının yönettiği inancında olan Hobbes’a göre "hak ve özgürlükleri ihlal eden bir kurum olarak devlet, "Leviathan‘ın Büyümesi" konumuna dönüşebilir. Bu andan sonra devlet yarattığı sosyal faydadan çok, sosyal maliyeti olan bir kurum olur. Toplum Sözleşmesi bunu önleyecektir (Hobbes, 2016). Burada ayrım, "iyi bir rejim bireysel özgürlüklere ne kadar fırsat tanıdığıyla" kıstasıyla yapılır. Hobbes’ta var olan bu rasyonel seküler ruh, onu 80’li yaşlarında, 1666‘ ta tüm eserlerini yakmaya götürmüş, "insani sorumluluk bilinci" ona bedel ödetmiştir. J.J. Rousseau (1712-1778) sivil toplumun işin temelini oluşturduğu bir "Toplum Sözleşmesi" önermesiyle Hobbes ile oydaşır. Ayrıldığı nokta, maddenin temel ayraç olduğu bir mekanik işleyiş yasası aramaktır. Ancak bunun da ön koşulu "çıkar" ve "yarar" gibi olguların bir yana bırakılmasıdır (Rousseau, 2016 ). Sanayi çağının ve teknolojinin karmaşıklığını yaşamayan bu sıraladığımız yaklaşımlar kuşkusuz post-endüstriyel ve post-Çernobil "risk toplumu" öncesi yaklaşımlardır. Trans-nasyonel kuruluşlar ve çok uluslu şirketlerin yönettiği günümüzde şiddet üretimi sistematik ve kaynağı belirsiz durumdadır. "Hız" adına sadece dönüşümün ve değişimin esas olduğu "risk toplumu" yaşamın eksenini oluşturmaktadır (Beck 2011). Geçmiş ortadan kalkmış, "an"ın yaşandığı "refleksif hal", artık bir toplum sözleşmesi ile bağıtlanan bir toplum modellemesinin olanaksızlığını ortaya çıkarmıştır. Bu "ikinci modernlik" bir başka biçimiyle "refleksif modernleşme"dir. Risk algısı, toplumda bireyler için bir asal olgu haline gelmiştir. Prof. Sarfati‘nin yerinde betimlemesiyle "geçmiş ile gelecek uyumsallaştırılmasının olanaksız olduğu insan ötesi bir topluma koşulmakta, bilinen tek olgu öngörülemeyenler olmaktadır" (Sarfati, 2014b).
İşte bu ortamda ulus-devletlerin ve ulus-ötesi organizasyonların, ellerindeki gücü kullanıp bunu "meşru kıldığını", "amaca dönük kurgulanan tarih anlatımı" yöntemiyle bir başka mercekten filozof N. Chomsky şöyle anlatmaktadır :
Doktriner gerçekler vatandaşların beyinlerine zorla sokulmaktadır. Bu iş yapılırken dur-durak bilinmemeli, sürekli olarak gayret sarf edilmelidir. Bu suretle elde edeceğiniz kazanç, yaptıklarınızın halk tarafından onaylanması ile sınırlı kalmaz. Aynı zamanda benzeri tatsızlıkların tekrarı halinde şiddete başvurma hakkını size verir. Dünyanın herhangi bir yerinde varılan siyasi anlaşmalara, işinize gelmiyor olması halinde müdahale hakkını zorunlu hak olarak elinizde tutabilirsiniz. Bu anlaşmaları işlemez hale getirmek için şiddet kullanma hakkınızın var olduğuna, vatandaşlarınızı inandırmakta güçlük çekmezsiniz. Düşmanı pazarlık masasına oturtmanın, ancak güç kullanımı ile mümkün olabileceği yolundaki bir argümanı, biricik tarihi gerçek olarak beyinlere kazıyabilirsiniz. Böylece işinizi bir hayli kolaylaştırmış olursunuz. İlerde vukuu muhtemel tatsızlıklar için yararlanılacak olan dersleri şimdiden hazırlamak, tarih mühendislerinin görevlerinden biridir (Chomsky, 1988).
"Güç" zaman içinde "sistematik" ve "sürekli" hal kazanarak devinime uğramasıyla öldürme eylemine üst-anlam kazanmıştır. Çeşitli ateşli silahlar, patlayıcılar, insanın tekil fizik gücünün anlamını "egale" etmiş olarak öldürme eylemine daha keskin ve hedefli bir anlam kazandırmıştır. Günümüzde, silahların daha uzun menzilde etkili olması, fazla cephane bulunması, askeri donanım bakımından sayıca üstün olması, patlayıcıların bulundurulması, atom bombası gibi öldürme nesneleri, şüphesiz güç öğesi ile yaşama geçirilmiştir. Güçlü olmanın tek ön koşulu, güçlü teknolojiye sahip olmakla özdeş olarak algılanmaya başlanmıştır. Bununla ironik olarak "savunma" olarak anılan savaş sanayisi tümüyle Birinci Dünya dediğimiz "gelişmiş dünya"nın bir eylem ve uygulama alanı haline getirmiştir. Üçüncü Dünya olarak bilinen "az gelişmişler dünyası" bir bağlı değişken konumunda, 1. Dünya üretimi olansilahların efektif talep cephesini oluşturmaktadır. Tüm bu gelişmeler, yalnızca savaş sahasında kalmamış, insanlığı teknolojik olarak ileri götürecek çoğu çalışmanın da atası olmuştur. 20.yüzyılın iki büyük savaşı ve savaş sonrası dönemin, insanlığın yaşadığı felaketler ve yıkımlardan olduğu kadar, bilimin bugün ulaştığı yüksek noktadan da sorumlu olduğu söylenebilmektedir. Gelişen silahlarla savaşlar ve en az onun kadar düşük yoğunlukta ancak sürekli süregelen çatışmalar giderek daha karmaşık hal almıştır. 1900’lü yıllarda savaş, kara ve deniz olmak üzere iki boyutlu iken, uçak ve zeplinlerin kullanılmasıyla savaş hava platformuna taşınmış, savaşların etki alanı ve orduların hareket yeteneği artmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nı “zorla” bitiren nükleer silahlar, savaş adına jenosit eyleminin yarattığı yıkımın gerçek yüzünü gözler önüne sermiştir. 1. Dünya Savaşı'nda ölen 9.5 milyon insanın %95'i asker, %5'i sivil iken, 2. Dünya Savaşı'nda ölen 65 milyon insanın aslında daha sonra ölenlerle, bu sayı 85 milyondur- bu kez %33'ü asker, %67'si sivildir (Görtz, 2005). Savaşın, sivil hayata olan etkisinin bir anda teknolojiyle birlikte devinim kazanıp artması, savaşı başlatanlar ile birlikte savaş için teknoloji üretenleri de baskı altında bırakmış, 2. Dünya Savaşı ve onu izleyen dönemdeki kurtuluş ya da istila savaşlarındaki (Kore ve Cezayir) kimyasal bir yok edici olan napalmı da kapsayan ölçüsüz güç kullanımı, öldürme eylemi bir yana, "insan ve yaşam" bütünlüğü boyutunun yeniden sorgulanmasının önünü açmıştır. Konu silahlanma, silahsızlanma, öldürme, yaşatma, savunma, savaşma gibi ikili anlamlar içeren bir konuya gelince, Albert Camus’yu geçiştirmek olası değildir. Camus, Nobel Edebiyat Ödülü‘nü 1957‘de almış bir yazar olarak "absurdism" (uyumsuzluk) akımının isim babası bir filozof olarak nitelendirilmeyi hak etmektedir. "Uyumsuzluk" temelde insanın yaşamı önce sorgulaması ve sonra da anlamlandırmasıdır. İnsanoğlu'nun "ebedi" mutluluğu ve yaşamında "ucuz çözümler" yoktur. Bu tezi, bir "deneme" olarak 1942‘de yazdığı Sisifos Söyleni (A.Camus, 1996) eserinde geliştirmiştir. Sisifos, Yunan mitolojisinde tanrılar tarafından her gün bir tepeden düşüp gelen taşı yerine taşımakla cezalandırılmıştır. Bu biteviye eylem Sisifos’u yaşamın bir "hiçlik" anlamına kavuştururken, öte yandan bu taşı o her gün yerine taşıyarak yaşamını anlamlandırmış olmaktadır. Yaşamın anlamı, boşuna olduğunu bildiği halde dünyanın saçmalığına bile bile direnmektir. Bu ana ulaştıktan sonra insan "başkaldırı" ile gerçek boyutlarını kazanabilmektedir (Camus, 1996). Camus’un bir diğer eseri olan Veba'da (Camus, 2019) çocukluk yıllarının geçtiği Cezayir’in Oran kentinin tümünün veba salgını sonrası karantinaya alınması bir "anlatıcının" ağzından –ki bu Camus' dür- dile getirilmektedir. Veba, bir veba salgınının başlaması- bitmesi ve karantinanın kaldırılması arasındaki 15 aylık sürenin, 5 ana karakter üstünden gerçekleştirilen bir anlatımdır. Burada veba olgusunun ekseninde, ölümün önce olağanlaşması, sonra da sıradanlaşması, sevginin dumura uğraması, kısacası gerçekliğin yitimi ve "saçma" denilen yeni olgunun yaşanması öne çıkmaktadır. Eserin ana izleği, filozof Camus'ün yazar D. Foe'dan ödünç aldığı ve eserin birinci sayfasında "giriş tümcesi" olarak kullandığı "Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur" sözlerinde saklıdır. Büyüdüğü Cezayir ve yoksul aile ortamında Camus, "mutluluk" vetiresi "doğallık" la değil, kendi kurallarımızla yaşayarak, kendimizi bulmamızın aracı olacaktır. "Anlamsız" olan bu hale erişmeden "tepki" geliştirmek mümkün değildir, bu da bize yaşamın anlam desenini ortaya çıkarmamıza yaramaktadır.
Doğduğu tarihte Fransa sömürgesi olan Cezayir'de yaşam zıtlıklarını yaşayarak serpilen Camus, felsefesinin zihni temellerini Danimarka asıllı filozof Soren Kierkegaard’ın 1849’da yazdığı “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı eserden almıştır. Danimarkalı yazarın 19. yüzyılda "absurd" kavramına ulaşması aşaması sonrası tinsel bir dünyada "çözüm" aramasına karşılık, Camus için bu 20. yüzyılda "uyumsuz olanın yaşanmasıyla en geniş bağımsızlığa ulaşma" olmaktadır. Anlam ve değer mantıksal olarak yaratılabilir, çünkü yaşamın içsel bir anlamı yoktur. Bu aşamada Camus, bireye anlam yaratan projeler için eylem deyimini kullanmaktan kaçınmaktadır ve girişme bilincini yüklemektedir. Bu bireyin anlam inşa sürecidir. Camus'da hep varolan düalizmi içinde, yaşam X ölüm, karanlık X aydınlık kavramları at başı gitmektedir. Hegel'in kaleme aldığı "Science of Logic"de vurguladığı gibi, mantık bilimi "önceki metafiziğin yerini alır". Artık mantık diyalektiğin özdeşidir. Düşünme, olma eylemiyle birliktedir, tek parçadır. J.Fichte’deki sentez, tezin antitezini doğurmasıyla erişilecek bir konudur. Hegel, kurguladığı diyaletik idealizm kavramı uzantısında "Tarihi inşa etmek ve ulus ruhunu ve bağını oluşturmada savaş eylemi bir ön koşul ve savaşmak bireyin asli görevidir" diyecektir. Barış "soyut" bir kavramdır ve gerçek yaşamda olanaksızdır (Hegel, 2004). Bu ön koşulun varlığı Hegel'i "absolute freedom" (mutlak barış) düşüncesine götürmektedir. Devletin bekası için getirdiği bu pragmatik yaklaşımla o tarihi yaratan zorunlulukları betimlemiş olmaktadır. Hegel'in "diyalektik idealizm" kavramı, K.Marx’ın felsefesinin özünü oluşturacak ve "Felsefenin Sefaleti"nde adını "diyalektik materyalizm" verdiği kavrama ulaşacaktır. Marx’a göre gerçeklik, dünyanın yeniden yorumlanmasından çok dünyanın değiştirilmesidir. (Marx, 1992) Bu kuşkusuz insana yeni gerçekliğini aratan "demokratik sosyalist", yer yer "anarşist", Camus'nun absürdizm felsefesinden çok ayrı düşmektedir. Camus’da insanın kendisi "bulması" esas eylem ve "endojen" bir hal iken, Marx’da bu "kavuşma" şeklinde "ekzojen" bir haldir. Hatta semavi dinler gibi eskalotolji yaparak "vaat etmektedir". Değişen dünyanın son aşaması olan "komünizm"de zaten artık çatışma ve savaş olmayan, herkesin dilediği kadar tüketebildiği bir "bolluk toplumu" oluşacaktır. Burada insanın iradi çabasına hem yer hem de gerek yoktur.
Camus’nun absürdizm felsefesinde, silahlanma, silahsızlanma, öldürme, yaşatma, savaşma ve savunma kavramları ikili özellik taşır. Bu kavramlar aslında birbirine zıttır ve aralarındaki bu ilişki, karşıtlığın bütünlüğünü oluşturmaktadır. Kavramlar değerlendirildiğinde, uyumsuzluğun yarattığı çelişkinin fark edilmesi ve yaşanması -yani anlamsızlık halinin onayı- aşaması, bu kavramların sorgulanmasına ve aralarındaki çelişkiye yönelik tepki geliştirilmesine olanak tanımaktadır. Böylelikle insan yaşamını sorgulamakta ve anlamlandırmaktadır. İnsan, bu kavramların ikili konumuna karşı vereceği tepki ile yaşamına bir anlam veya değer verebilmektedir. Camus’dan kıssadan hisse çıkararak savaşa, savaş aletlerine, savaş ortamına, savaş kışkırtıcılığına karşı çıkmadan Sisifos’ta odakladığı insan öznesinin kendi başına ve doğaçlama yaşam tatmini bulması mümkün değildir, çünkü öyle bir şey yoktur. Camus'un "anlamsız" haline geçişlenen insanı "yok oluş" anına kadar, hem bir barışsever, hem de barışın nesnel ortamını inşa edecek bir "barış projesi misyoneri" olmaya davet etmektedir.
Genç yaştaki trajik ölümüyle Camus'nun absürdizmi bir düşünsel akım olarak verimli tartışma ortamından uzaklaşmış olsa da, bu akımdan esinlenen absürt tiyatronun temsilcisi S.Beckett "Godot’u Beklerken" adlı oyununda, insanı sert, çarpıcı ve yer yer anlam ötesi ya da anlamdışı olgularla buluşturarak, tekrarlardan oluşan, hiçbir olayın olmadığı, oyunun başladığı yerde bittiği bir anlatımı dizisi vardır. Ana karakterler Vladimir ve Estragon ikilisi ekseninde doğumdan ölüme olan serüven aynı yerde başlar ve aynı yerde biter. Sorun ve çözümün yaşamda yer değiştirdiğini ve insanın varoluş nedeninin "anlamsızlık" olduğunun keşfiyle anlamlandırılabileceği izleği bize ulaştırılır. Savaşa, silaha, baskıya, totalitarizme yaşamı boyunca hep kafa tutan ve Avrupa'nın bütünleşmesinin soluksuz bir savunucusu olan Camus’un kısa yaşamı, sivil duruşun önce sorgulayan, sonra da bunun pratiğini (praxis) yerine getiren bir duruş gerektirdiğini söylemektedir.
Camus, bir "karamsar" olmaktan çok, dünya hallerini "tabula rasa" (sil baştan) yapmaya dönük bir düşün ve eylem insanıdır. Dönemdaşı J.P. Sartre'nin cenaze töreninde onu nitelemek için kullandığı deyimle "o inatçı bir hümanist"dir. Savaşan dünyaya karşı çıkan bu praxis, Camus'un yalın sözleriyle "Sadece suça ortak olarak yaşıyoruz" saptamasını da tersyüz etmemize olanak sağlamaktadır. Bu bilgilerin ışığında "barışı korumak" misyonuyla kurulan Birleşmiş Milletler'in temel kuruluş ilkesi, 1945’de Londra'da 53 ülke tarafından imzalanan ve "hem savaşta, hem barışta, bir arada ve öteki özgür halklarla birlikte çalışmayı" öngören 24 Ekim 1945 tarihli BM Deklarasyonu’nda yer almaktadır. "San Fransisco Beyannamesi" olarak anılan bu Deklararasyon’nun ilk halinin 1941'de Washington D.C'de, ABD başkanlık çalışma mekanı olan Beyaz Saray'da ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchil tarafından ortaklığında kaleme alındığını bilmek, 75 yıllık uygulamanın handikap dolu sürecinin anlaşılması açısından anlam taşımaktadır.
BM'nin Kuruluş Anlaşması’nın 25. maddesi gereği "Silahlanmayı denetleyecek planlar hazırlamakla yükümlü olan" ve yürütme organı konumunda olan ve veto yetkisi olan 5 daimi üyeden oluşan BM Güvenlik Konseyi (GK), Mayıs 2020 itibariyle kuruluşundan bu yana toplamı 2518 "Tavsiye Kararı" almıştır. Bu kararlardan hiçbiri nükleer ve napalmı kullanmaktan alıkoyacak bir hükmü yoktur. BM Genel Kurulu ve BM-GK'nin uluslararası hukuk anlamında geçerli yaptırım gücü bulunmamaktadır. BM'nin 1948'den bu yana barışın kollanması görevini üstlenen "Barış Gücü" nün herhangi bir kıyımı önleyici, barış ortamını yaratıcı etkinliği ol(a)mamıştır. Atomik silahların önlenmesine ilişkin 3 BM organizasyonunun ikisi veto nedeniyle yaşama geç(e)memiştir.
Atom Enerjisi Komisyonu'nun (IAEA) salt hükümetler arası bir danışma ve barış amaçlı nükleer kullanımı forumu olarak 1957'de kurulması ve IAEA'ya bu etkinlikleri için 2005'te Nobel Barış Ödülü verilmiştir. Daha sonra BM- CTBTO (BM Nükleer Testi Yasağı Organizasyonu-1996) ve kısa adı OPCW olan (BM Kimyasal Silahların Kullanımının Önlenmesine Dair Organizasyon-1997) BM üye ülkelerinin vetosuyla kurulamamıştır. Kurulamasa da OPCW'nin 2013‘de Nobel Barış Ödülü almıştır.
Birleşmiş Milletler'in 1946’da ilk aldığı karar atom enerjisinin barışçı kullanımı ve atom bombası ile öteki kitlesel imha silahlarının yasaklanmasıdır. Bu kararla, savaş sanayisi yaşam hakkına aykırıdır ama ne savaş sanayisini kurmak ne de nükleer silahlanma hakkı yasaklanmamaktadır. Öyle olunca, tekil olarak devletler, gelişkin teknolojiye dayanan savaş aletleriyle donanmış güçlü bir ordu oluşturmaktadırlar ve tek geçerli olan gündem budur. Silahın biçimine göre kullanımında belli kısıtlamalar olsa da bu kısıtlamaların nasıl uygulandığı ve doğrulandığı bilgisini elde etmek olanaksızdır.
2. Dünya Savaşı'nda atom bombasının Nazi Almanyası tarafından kullanılma olasılığı üzerine Albert Einstein, Leo Szilard ile birlikte ABD'nin 32. Başkanı Franklin D. Roosevelt'a bir mektupyazmıştır (Wikipedia, 2020). Mektubun özünde, Almanların büyük bir olasılıkla atom bombasını geliştirdiği, bunun ışığında ABD‘nin kendi atom bombasını geliştirmek için çalışma yapması önerilmektedir.Roosevelt, Almanya'nın atom bombasını geliştirmesi ihtimalini riske atmamış ve Manhattan Projesi’ni başlatmıştır. ABD Başkan Kararı’yla başlatılan atom silahı üretme projesi (Manhattan Project) 1942 -1946 arasında, ABD ve yanı sıra 2 ülkenin katımıyla (Kanada ve İngiltere) yürütülmüştür.
1945 yılında Robert Oppenheimer, atom enerjisinin kullanımını araştıran Los Alamos Labaratuarı'nın şefi olarak saf uranyum ve plutonyum üretilmesini sağlamıştır. 130.000 insanın aktif katımıyla üretilen bu atom bombası, 2020 fiyatlarıyla 23 Milyar $ ‘lık bir harcamaya yol açmıştır ( Wikipedia, 2020) .
"Atom Bombası’nın Babası" ünvanlı Oppenheimer'ın bu savaş aleti, insanlığın yararına kullanılması mümkün iken, bu güç ABD tarafından insan öldürmek, yakıp yıkmak amacıyla kullanılmıştır. Bilimsel çalışmalarının, bu insanlık dışı sonuçlarını gören Oppenheimer, sorumluluğunu yüklenecek erdemi göstermiş ve daha korkunç bir öldürme aracı olan hidrojen bombasının yapım araştırması projesine katılmamıştır. Oppenheimer üstün bilimsel yetenekleri yanında hiç eksilmemiş olan insani kuşkularının takipçisi olması onu, 1954‘ün Nisan ve Mayıs aylarında ”komünist” olduğu savıyla FBI tarafından sorgulanmasına götürmüştür. Sorgulamanın sol sempatizanlığını konu alması, işin özünün ABD‘de tüm aydınlar için kurulan cadı kazanının, bilinen adıyla McCarthyizmin kurbanı olduğunu belgelemektedir.(Oppenheimer yaşamı için yazılmış çokca eser vardır , burada K. Bird ve M. J. Sherwin ‘in 2005 yayınladığı ve 2006 ‘da biyografya dalında Pulitzer Ödülü’nü alan ‘American Prometheus : The Triump and Tragedy of J.R. Oppenheimer’ ve M. A. Day ‘in ‘The Hope and Vision of R. Oppenheimer ‘ adlı iki eseri anmamız yeterlidir ).
Oppenheimer'ın kanıtlanmış bir komünist parti üyeliği yoktur, esasen bu parti o dönem yasal bir organizasyon konumundadır. O da bu sempatisini hiç inkar etmemiş ve pasif bir izleyici olduğunu "Fellow Traveler" sözleriyle dile getirmiştir. Sorgulama ve onun adeta siyasal sistem dışına çıkarılması sistemin bizatihi bir ikiyüzlülüğünden kaynaklandığı fikrini güçlendirmektedir. Oppenheimer ‘e isnat edilen bu “suça” karşın, politik sistem onu atom bombası projesinin başına oturmakta beis görmemiştir. Zira Manhattan Projesi‘nin askeri başkanı olan Gen. L. Groves, 1943‘te ABD Başkanı’na Oppenheimer’ın projeye gerekliliğini “Bizim bu projemize gereği hayatiyet taşımaktadır” sözleriyle ifade etmiştir. Atom bombasının üretilmesi ve patlatılması sonrasını oluşturan 1945 dönemi sonrasında ABD Atom Enerjisi Komisyonu‘nda görev üstlenen Oppenheimer’in nükleer silahların sınırlandırılması ve kullanımın önlenmesi yolunda etkin çıkışlarının siyasal sistemi rahatsız ettiği açıktır. Oppenheimer’in 1946-1955 döneminde verdiği sekiz seminerin dördü atom bombasının tahribatı konusundaki uyarılarından oluşmaktadır (Oppenheimer, 1955). Zira atomun üretilmesinde üstlendiği işlevi hiçbir dönem inkar etmeyen Oppenheimer‘in bombanın atılmasından üç ay sonra, 2 Kasım 1945‘te Los Alamos Bilimcileri Birliği’ndeki veda konuşmasının son sözlerindeki ”Bizler sadece bilimci değiliz, her şeyden önce insanız. İnsana karşı olan zorunluklarımızı unutamayız. Bu büyük ahlaki sorumluluk, insanlık denizinin ortasında seyreden biliminde yol göstericisi olmalıdır” şeklindeki sözleri, düşündürücü bir çıkıştır (Oppenheimer, 1945).
Bu yaklaşımıyla Oppenheimer, Dürrenmatt‘ın Fizikçiler adlı oyununda, akıl hastanesine kapatılmış üç fizikçi içinde "dünyayı değiştirecek formülün" sahibi olduğunu düşünen J.W. Möbius'u andırmaktadır. Möbius "sır" olan formülünü insanlığı korumak adına saklamaya ve bunun için kapalı bir kutuda yaşamaya ve bilime hizmet etmeye devama karar verir. Ancak akıl hastanesinin müdürü olan Dr. Von Zahud, bu "sırrı" çalar. Dürrenmatt, oyunun son sahnesinde tehlikeyi seyirciye haykırır. Dürrenmatt'ın oyununda bilimsel etik ve entelektüel sorumluluğun yerine getirilmesinde insanın "yetileri" kadar "yetersizlikleri" mesajı vardır. Aydının çabası "yeti"nin üste çıkmasını sağlamaya dönük olmalıdır, yine de sızmayı ve tahribatı önleyemeyecek olan insanlık dışı eylemler eksik olmayacaktır.
Oppenheimer, soruşturmadan beraat edince bir adada yaptırdığı evde adeta inzivaya çekilir. 1960‘ta World Academy of Arts and Science adlı bir kuruluşun kurucusu olur. Önce Fransa sora Birleşik Krallığın en yüksek hizmet ödüllerini alır. Son olarak da ABD‘nin Enrico Fermi Ödülü‘nü alır. Ödülün isim babası olan ABD Başkanı John F. Kennedy'nin öldürülmesi sebebiyle gerçekleştiremeyen tören, 1963’te, 36. ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ca düzenlenip, Oppenheimer'e takdim edilir. Ödül töreninde Oppenheimer’in Başkan Johnson'a "Bana bu ödülü vermeniz cesaret gerektirir, bunu vererek mümkün olduğunu kanıtladınız" şeklindeki sözleri onun bir barışsever olarak ne denli sistemdışı kaldığını anlatır(Oppenheimer, 1954).
Atom bombası, ABD’de sanayi, bilim,vesermayeyi buluşturan "Büyük Bilim"in (Big Science) doğuşuna yataklık etmiştir. İkinci Dünya Savaşı, bilimin atom gibi "büyük" projeleri düşünmesinin zeminini yaratmıştır. ABD Başkanı Roosevelt’nin ani ölümü sonrası, Başkanlık koltuğuna oturan Harry S. Truman, Temmuz 1945’teki Potsdam Konferansı'nda şekillenen yeni dünya coğrafyasının ABD'ye "süper güç" olanağını verdiğini kestirerek, savaşın fiilen bittiği ve Japonya’nın teslim olmaya dönük açık çağrısına karşın, Japonya’ya12 Ağustos ve 15 Ağustos 1945’teiki atom bombası atmaktan ve 200.000 insanın ölümüne yol açmaktan geri durmamıştır. Atomun patlatılması üzerine Albert Einstein'in tek tepkisi "Bu sonuçları bilseydim, bu işe kalkışmazdım!" olmuştur (Newsweek, 1947).
Truman, 12 Mart 1947‘de Kongre’de açıkladığı "Truman Doktrini" başta atom olmak üzere tüm yok edici silahların üretilme zeminini yaratan ve "soğuk savaşı" yaratan dünya paylaşımının fiilen ilanı olmuştur. Daha sonra, iki ideolojik kampın saldırı örgütleri olan NATO (1949) ve Varşoya Paktı (1955) kurulmuştur. 5866 sayılı yasayla Türkiye 1952'de NATO’nun resmen üyesi olmuştur. Ardından, 1955 yılında Einstein ve B. Russel’in öncülüğünü yaptığı, onu Nobel ödüllü toplamda on bir bilim insanı tarafından hazırlanan “Russel-Einstein Manifestosu” yayınlanmıştır. Özünde nükleer ve benzeri yok edici silahların yarattığı tehlikeye karşı dünya liderlerini barışçı çözümler geliştirmeye davet etmektedir. Bu metni imzalayan bilim insanlarından biri olan Prof. J. Rotblat’ın şu sözü zihinlerdedir: “İnsan olduğunu bil, gerisini unut” (Remember your humanity, and forget the rest)
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1945 yılında galip devletlerce Nürnberg’te kurulan Uluslararası Askeri Savaş Suçlar Mahkemesi, geçici ve olağanüstü özel yetkiye sahip olarak yaptığı yargılamalar Ekim 1946'ya dek sürmüştür. Mahkeme, savaş suçlarını yargılamak üzere kurulmuş olsa da savaşı kazanan devletler, kaybeden devletlerden çok az sayıda (21 Nazi) üst düzey Nazi’yi yargılamışlardır. Nürnberg Mahkemesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirilen fiilleri ve faillerinin yargılanmasında barışa karşı suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar olarak üç suç kategorisinde yargılama yapmış ve 11 fail ölüm cezasına, 12 fail ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. Nürnberg Mahkemesi, bir yöneticinin devletin emirlerini yerine getirdiği savının geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Ancak tarihi hüküm ceza hukuku literatürüne girmemiş ve uluslararası bir sözleşmeye konu olmamış ve en kötüsü soykırım suçu yargılama kapsamına alınmamıştır (Sarı, 2019). Nitekim Hitler döneminde sivil yargıç olup, sistemin cinayetlerine dayanamayarak 1938'de İngiltere'ye göç eden hukuk doktoru S. Haffner "Hitler" adlı portresinde, Hitler, Nazizm ve Nürnberg üçgenindeki çıkmazı şöyle değerlendirmektedir :
Hitler bir cani basbayağı bir seri katildi.(…) Bütün dünyada, Hitler'in kitlesel cinayetlerinin basitçe "savaş suçları" kapsamında görülemeyeceği, bu cürümlerin bir medeniyet faciası olduğu bilinci canlıydı. Maalesef bu bilinç daha sonra Nürnberg Savaş Suçları Mahkemesi tarafından tahrip edildi. Nürnberg Savaş Suçları Mahkemesi bugün artık kimsenin hatırlamak istemediği talihsiz bir hadise olarak geçti tarihe. Mahkeme savaşın ehlileştirilmesine hizmet etti. Normal korkunçlukları unutturdu.(…) Daha az iyi olan yaşlı neslin Hitler'le ilgili bütün hatıraları bastırmış olması, gençlerin büyük bir çoğunluğunun ise onunla ilgili hiçbir şey bilmemesidir. (S.Haffer, 2019)
Nürnberg'ten sonra ilk ve tek sivil girişim açık adıyla “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi” (International War Crimes Tribunal - IWCT), İngiliz filozof Bertrand Russell’in önderliğinde, Vietnam’da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak ve sonuçlarını dünyaya duyurmak amacı ile oluşturulmuştur. Bu yargı erki Russell‘in 1970‘teki ölümünden sonra, 1973‘ten başlayarak 2009’a dek 12 uluslararası insanlık konusu hakkında bir araya gelmiştir. Russell IWCT‘nin amacını "Bizler yargıç değiliz, bizler tanığız. Görevimiz insanoğlunun bu korkunç suçların tanıklığını üstlenmesini sağlamak ve insanlığı Vietnam'da adaletin safında birleştirmektir" sözleriyle açıklamaktadır (Russel, 2013). Mahkeme; Bertrand Russell, Jean-Paul Sartre, Vladimir Dedijer, Wolfgang Abendroth, Lelio Basso, Günther Anders, Simone de Beauvoir, Gisele Halimi , Lazaro Cardenas, Haika Grossman, Stokely Carmichael , Isaac Deutscher, Lawrence Daly, David Dellinger ve Türkiye’nin saygın bilim adamı ve örnek siyasetçilerinden, Anayasa Hukukçusu ve dönemin Türkiye İşçi Partisi lideri Dr. Mehmet Ali Aybar’dan oluşmuştur. Mahkeme, 1966'dan başlayarak oturumlarını 1967 yılı Mayıs ayına dek Stocholm ve Kopenhag'da sürdürmüş, tanık ve kanıtlar birbir ele alınmıştır. 18 ayrı ulusun seçkin ismini bünyesinde toplayan Russell Mahkemesi, uluslararası alanda büyük ilgi görmüş ve yankı uyandırmıştır. Mahkeme'de Vietnamlıların yanı sıra ABD’li askerlerin de sözlüifadelerinden yararlanılmıştır. Mahkemede alınan kararların hukuki bir geçerliliği olmasa da, ABD'yi vicdanen mahkûm etmesi kadar ABD'nin Vietnam'daki savaş suçlarının uzmanlarca enine boyuna araştırılmasını sağlamıştır. Mahkeme sonucunda ABD'nin 11 başlık altında soykırım yaptığına dair bir vicdani karara ulaşılmıştır. En önemlisi, Vietnam için kurulan Russell Mahkemesi, organize yapılan ve ateşli silahların her biçimde kullanıldığı son 250 yıllık insanlık tarihinde insanlığın ortak vicdanının yankılandığı ilk somut eylem olarak tarihe geçmiştir (Aybar, 2012).
Bir supra-devlet girişimi olarak 2002’de kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICM) ise kuruluşu Roma Tüzüğüne (1998) imza koyan 120 ülkeden 60‘nın onayı sonucu kurulmuş olup, amacı savaş suçları, soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar ve saldırı suçlarına bakmak ve bu suçları işlemiş sorumlu tüzel değil ama gerçek kişileri yargılamaktır. ICM, ABD, BDT ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi savaş makinası gibi çalışan ülkelerin bu anlaşmaya imza koymamış olması nedeniyle ”topal ördek” konumundadır. Bu metinde insanlık aleyhine suçlar konusunda bir yargı erki olarak değerlendirmek kapsam dışıdır. Yine Avrupa Hukuk Mahkemesi (ECJ) sadece AB üyesi 27 ülke içinde oluşan hukuk davalarının üst yargılama organı konumundadır ve bir ”örnek olay” oluşturmamaktadır. Yine Avrupa Konseyi üyesi 47 ülkeyi kapsayan ve 1959‘da kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (ECHR) salt insan hakları ve kişisel hukuk ihlallerini yargılama kapsamına alması nedeniyle değerlendirme içerisine alınmamıştır. Bu fiili yargılama süreci, insanlık dışı eylemlere ilişkin zihinlerde ve insanlığın ortak vicdanında yer etmesini sağlamak bakımından yepyeni bir adımdır. Mahkeme’de görev yapan şahsiyetlerin tümünün A. Gramsci‘nin tanımladığı anlamda “geleneksel aydın” tipolojinde olmayıp, insanı ve toplumu sorgulayan “organik aydın”lardan oluşması, dünyada Vietnam Savaşı’nda ”öldürme” aleti olarak çalışan ABD yönetimine karşı bir kamusal vicdanın oluşmasında etken olmuştur. ABD‘de bir “Vietnam Sendromu” şeklinde ortaya çıkan ve Vietnam’da görev alanların toplumsal uyumsuzluğu, geniş anlamda ise savaş karşıtlığı, emre itaatsizlik, savaşlarda yakıcı ve yok edici madde kullanımına tepki, askerlik görevine reddiye ve savaş karşıtlığı gibi birçok olumlu sonuca yol açmıştır.
Savaş, uygarlık başlangıcı olarak kabul edilen yazının icadından bugüne, yaklaşık 5000 yıllık insanlık evresinin çoğalmak ve beslenmek gibi temel eylemlerinden sonra gelen başlıca eylemlerinden belki de en önemlisidir. Zira üretim kategorisinin emekle yarattığını ”zorla alım” yoluyla, en kısa yoldan ve yok ederek bu bölüşüm kategorisinin yaratılmasını sağlamaktadır. İnsanlığa karşı, öldürmeye dönük savaş ve savaş benzeri eylemlerin ortadan kalkması, silah sanayisinin tarihe karışması ancak 20. yüzyılda B. Russell’in kaleminden ifadesini bulan bir “Bilimsel Toplum” tasarımın öncelikle düşlenmesini gerektirmektedir. Zira, 20. Yüzyılda iki dünya savaşı sonra öldürme eyleminin nasıl sıradanlaştığını Borges’in şu satırlarında bulmak mümkündür:
Hayvan öldürmeye alışmış ellerin insan öldürmesi zor olmuyordu. (…) Beni de boğazlayacaklar dedi birisi. ”Evet ama. herkesle birlikte” dedi yanındaki.(…) Size iyi bir haberim var; güneş batmadan önce hanginiz daha yiğitsiniz, göstermelisiniz bana. Ayaktayken ikinizin de boğazını kestireceğim, sonra yarışacaksınız. Tanrı bilir, hangi biriniz kazanacak (…) (Biri) yarışı kazanmıştı, ama muhtemelen bundan hiç haberi yoktu.(Borges, 2013,)
Borges çok yerinde bir öngörüyle ”Şimdiki zamanın büyüsüne kapılmamayı”(Borges, 2013 ,s.87) önermektedir. Sarfati bu öneriyi bir ”toplumsal çağrı” haline dönüştürerek “Hızın Diktatörlüğüne Dur Demeliyiz!” çıkışını yapmaktadır. (Medyascope, 2010) İnsanlığın bildiği en eski yazınsal destan olup, yaklaşık günümüzden 5000 yıl önce yazılan “Gılgamış Destanı” bir Sümer yerleşkesi olan Uruk kentinin kıralı Gılgamış‘ın yaşam öyküsünü anlatır. 11 +1 tabletten oluşan bu başyapıtın 1. tableti “Gılgamış Uruk kentini görkemli surlarla çeviren acımasız, güçlü bir kraldır. Tanrıça Aruru, onunla başa çıkması için kilden bir adam yoğurur: Enkidu” sözleriyle başlar. 11. Tablet ise “Gılgamış: Ur-Şanabi, kollarım kimin için yoruldu, kanım kimin için aktı?” sözleriyle biter (Gılgamış Destanı, 2019). Savaş adeta 5000 yılın değişmeyen yazgısıdır. Silahlanma, saldırma, yok etme eylemlerinin yaygınlığına karşılık, özgür insan ülküsünün şekilleneceği bir dünya için neden umutlu olunması gerektiğini B. Russell‘ın şu sözlerinde bulunabilir:
-Dünya için umutlu muyum ? İnsanoğlu kuşkusuz iyiyi bulacak ama bunun için ne kadar çekeceği bilinmez…Güç çatışmalarının temelinde sorun ideolojik olarak ”lanse” edilse de, olay sadece gücün üstünlüğünü kanıtlamaya dayalı bir bilek güreşidir, bunun böyle kabulü bu alanda yol almamıza yol açar. Bunun için serbest ve özgür düşüncenin korunması, düşünce “kötü” de olsa işin ilk adımıdır. İnsanlar kadar sonuçta insan yapısı olan devletlerin birbirini ‘hoşgörmeyi’ (tolere etme eylemi) öğrenmesi gerekiyor (B.Russell, 1972).
BBC‘nin B. Russel ile 1948‘de 6 bölümlük gerçekleştirdiği “Otoriterizm ve Birey Konferansları” dizisinde, 88 yıllık ömründe sabırlı ve tutkulu bir barış sözcüsü olan, “Savaş Düşmanları Kampanyası”nı başlatan ve 79 yaşında ”iyi halden” yararlanmayı reddederek hapse giren bu özgür düşünce insanı, ”otoriterizmde bireyin işlevi azalmaz aksine artar” demektedir.
İçinde bulunulan ortamda, tutucuların distopyalarını tersine çevirecek ilericiliğin sesi olan bir ütopyayı yeniden düşleyen organik aydın girişimine her günden fazla gereksinim olduğu kesindir (T.More, 2017). T. More’un ütopyası her insanı eşit kabul eden, savaşı hayvanca bir iş olarak niteleyen bir sınıfsız toplumdur. More’un kullandığı ifadeyle, ”Ütopyalılar savaştan pek hayvanca bir şey diye tiksinir, iğrenirler. Bütün öteki ulusların tersine, savaşta kazanılan şerefi şerefsizliğin ta kendisi sayarlar‘’ (More, 2017, ss. 81). Mina Urgan‘ın “Rönesans öncüsü tam bir hümanist”olarak nitelediği More, 6 Temmuz 1535’te idam edilirken “İnsan buna,’af’ önerisine evet derse ruhunu, hayır derse bedenini yitirecektir” diyerek, aydınların değişmeyen yaşam dikotomisini anlatmış olmaktadır. Bu olay bir kez daha savaş aletlerinin üretiminden savaş tekellerinin belki geri kalmayacağını ancak bu ortamda bile insanlığı bir yeryüzü cenneti tasarımından geri düşmememiz gerektiğini söylemektedir. ”Ütopyası olan toplum ve özgür insan için bir zihni arınma’’ gerektirmektedir. Bu arınma,1882’de F. Nietzsche'nin ”Die fröhliche Wissenschaft”de (Şen Bilim) kaleme aldığı 400 aforizmanın 125.’nci aforizmasındaki “God ist tot” ( Tanrı Öldü!) kabulüdür. “Also Sprach Zarathustra” adıyla yayınlanan eserdeki ifadenin geniş anlamlı çevirisiyle “(Bir) Davanın yüceliğine layık olmak için (önce)birer Tanrıya dönüşmelideğil miyiz?” (Nietzsche, 2011). Öymen‘in yerinde yorumuyla ”(Nietzsche) bu yaşamı değillemekten değil,bu yaşamı olumlamaktan ve bu yaşamı olumlayan değerlerin yaratılmasından söz eder” (Öymen, 2019). Jose Ortega y Gasset‘in felsefesini özetleyen ifadeyle bu ”Ben kendim ile çevremden müteşekkilim ve eğer çevremi kurtaramazsam kendimi de kurtararamam” (Gasset, 2018 ).
Savaş sanayisinin “ethos”dan oluşan ”etik” sözcüğünü kâr olarak benimsendiği misyon görevi “öldürücü makineler imal etmek’’; vizyon görevi ise “hep daha hızlı ve ileri teknikle öldürme makinesi üretme” olarak şekillenen seri üretim eylemini günümüzün kıyasıya rekabet ortamı içinde önleyemeyeceğimiz algısındayız. Albert Schweitzer’in “sorumluluğun genişletilmiş biçiminden ibarettir” şeklinde tanımladığı ”ethos”u “meta-etik yargılama” (çok yönlü) konuma yükseltip, projektörünü aydın olmanın çağdaş sorumluluğuna çevirmemiz gerektiği, tüm zamanların gerçeği değilse de, günümüzde vicdanımızın temel sorusu olmaya devam etmektedir. Yaslanacağımız kavramı Prof. Max Weber ‘den aktararak “Sorumluluk Etiği” olarak kullanmayı öneriyoruz ( M. Weber, 1983: s. 551-552 ). Sorumluluk Etiği‘ne çıkardığımız bir davetiye, adresini bulmaması, Prof. Sarfati‘nin yerinde benzetmesiyle bir yokoluş efsanesi” olan yeni bir Nuh Tufanı’nın nedeni olacaktır (Sarfati, 2018).
Tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında anılan ve insanlığın ikinci babası olarak bilinen Nuh peygamber büyük yokoluş tufanı öncesi “Tanrı emriyle bir gemi” imal eder ve kainatın tüm örneklerinden bir çift dişi ve erkek örnek alarak dünyevi varlığı yeniden canlandırır. Bu cehennemi “yok oluş fırtınasının yakınlaştığı korkusunu taşıyoruz. Tek farkla, bu kez kurtuluşu sağlayacak ne bir Nuh ne de bir gemi bulunuyor. Yuval Noah Harari dünyada en çok okunan kitaplar arasında yer alan eseri “Sapiens”in son bölümü “The End of Sapiens” bu yokoluş serüvenine oluk oluk koşma eyleminin varolduğunu belirtiyor (Harari, 2011: s.445-465).
Söz konusu evrensel insanlık mesajı bu dünyadan umudu kesip Mars gezegeninde yerleşim hazırlığında olan dünyanın katlinden sorumlu olan plüto-otokratları kapsamadığı görülüyor. Kendilerini ”ütopyacı anarşist” olarak niteleyen ve Mars‘ta kurmak istedikleri yönetim sisteminin adını da “doğrudan demokrasi” olarak koyan bu otokratlar, bir kamusal organizasyon olan ve harcamaları kamusal vergi gelirlerinden karşılanan ABD Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın 2011‘de uzay mekiği üretimini durdurma kararı alıp,bu piyasadan çıkmasından sonra, tüm yatırım harcamalarının NASA’dan karşılanmasını sağlayacak bir yaklaşımı gerçekleştirdikleri anlaşılıyor. Bu özelleştirme eylemi sonrası devraldıkları uzay bütününü piyasalaştırıp fetihleştirirlerken, yeni dünyaları fethetmeyi hedefleyen savaşın adını da Space X‘in Uzay Turizmi Projesi” olarak koydukları görülüyor. Bu yeni pazarın fethinde kendilerini nelerin beklediğine ilişkin umutlarını Tesla’nın sahibi Elon Musk,”Yeni fırsatların olduğunu dünyaya anlatacak. Çünkü Mars’ın pizzacılara ve güzel Mars barlarına ihtiyacı olacak. Amacımız, uzayı derinlemesine keşfetme ve kolonileştirmektir” şeklinde tanımlıyor.
Müşteri bilgilerini satma suçu ile anımsanan bir diğer ultra plütokrat, Amazon’un sahibi Jeff Bezos‘un New Glenn Uzay Mekiği‘nin Musk’ı izleyecek olması, yeni doğan bir sanayi dalı olarak “uzay teknolojileri savunma kuvvetleri”nin serpilmesi (Plenatory Society ve Northrup Grumman örnekleri) olayın öncelikle yeni pazarların fethi olduğunu ispatlamaktadır. Söz konusu yerleşim sonrası plüto-otokratların fethedilecek dünya ötesi toprakların yeni sahipleri olmayı da hedefledikleri anlaşılıyor.”Yeni Sömürgeciler” uzayın fethine hazırlanırken bu işin öncüsü olan Space X, “kriz” gerekçesiyle, yoğun olarak işçi çıkarıyor. ABD ise Chomsky’nin ifadesiyle “sosyopat bir megolomanın elinde özelleştirilmiş bir toplum konumunda” tüm bu olayların tetikleyicisi konumunda kalıyor (2020, Mayıs).
Yaşamı boyunca ”Her Türden Saldırganlığa Karşı Çok Yaşa Barış” diyen L. Aragon’un 23 Ağustos 1939 ‘da yazdığı Lettre Français’sindeki “Yaşamım acı bir oyundan ibaretti ve ben bu oyunu oynayıp kaybettim” sözlerini unutmadan, 1968 Gençlik Olayları’nın başat sloganı “Gerçekçi Ol, İmkansızı İste” denmesi gerekiyor (Arolat, 2018). Primo Levi‘nin bir ”insanlık senfonisi” olan eserinin başlığıyla “Şimdi Değilse Ne Zaman?” olacak?